Thursday, June 18, 2015

Ramazan Ayı



Yaz mevsimine denk gelen ramazanları sevmem. Ama uzun süre aç kalındığından değil, çocukluk anılarımla bağdaştıramadığımdan. Ramazan deyince koyu karanlıklarının içinde evlerinin sarı ışıklarına sığınmış iftar vaktinin gelmesini bekleyen insanlar gelir aklıma. Ramazan kışa daha çok yakışıyor bence. İlkokula yeni başladığım 90'lı yılların ikinci yarısında, Kurtuluş ve Dolapdere'nin insanların yüzlerini birbirine baktıran evlerde oturdukları mahallelerinde bir başka yaşanırdı oruç ayı. Daha 10 yaşıma basmamıştım ama oruç tutmak için annemden izin isterdim. Annem hayır der "Sen tekne başı tut" derdi. Yani öğlene kadar. Ortaokuldayken bile Annem istemezdi aç kalmamı, ben inat eder illa tutmak isterdim. Hatta gece gizli gizli bir şeyler atıştırıp oruç tuttuğum olmuştur. Çünkü bütün gün oruç tutmanın güzelliğini ruhumda hissetmeyi severdim. Hele iftar vaktini hiç bir şeye değişmezdim. Ah o sohbetler, davetler, hazırlıklar, iftar sonrasındaki çaylar...

Şimdi, 2015 yılının bu yaz sıcağında oruç daha zor, daha faziletli. Belki biz büyüdük, belki gerçekten o eski ramazanlar yok. Bilmiyorum. Ama ramazan aynı ramazan. Ramazan'ın faziletleri deyince hep söylernir ya, "Oruç tutarsanız, açların halinden anlarsınız" diye. Bence ramazanın faziletlerini sıralasak bu en sonlarda gelir.

Ramazan sadece açlıkla imtahan değildir. Nefsinin, tüm cismani arzuları ile imtahanıdır. Mevlana Celaleddin Rumi nefsinin terbiyesi için 3 gün yemek yememiş. Artık midesinden gelen baskılara dayanamayınca kalkmış bir kasabın önüne gitmiş. Sokak hayvanları yesin diye kasap dükkanın kapısının yanına konan tasa ağızlarını sokmuş yalanan hayvalara bakarak " Al işte onlardan farkın yok, sende ye" demiş.

İçimizdeki tüm kötülükleri terbiye etmek dileğiyle...

Thursday, April 2, 2015

HOŞGELDİN KADINIM












HOŞGELDİN KADINIM
Hoşgeldin Kadınım
yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş legenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
NAZIM

Hiçbir şiir bir kadına daha güzel hoşgeldin dememiştir...




Tuesday, March 24, 2015

Çay


Baktığın zaman kaynamış suya kurutulmuş otları atmaktan ibaret bir ritüel. Nedir yani... ama değil.

Bu memleketin insanları çay olmasaydı başka bir şey olurduk. Sabah kalkarız kahvaltıda çay, saat 10 olur çay, öğlen olur çay, öğleden sonra olur çay, akşam yemek gelir çay, hatta ramazanda çorba içilir yemek arası çay, ocakbaşında rakı içerken yine çay, cenaze evinde çay, düğün dernekte yine çay...

Yıl 2004 Arnavutluk'ta kaldığım 4 ay boyunca inşaatta çalışan işçi, usta, mühendis, mimar vs. hepimizin tek bir ortak sorunu vardı. Arnavutluk'ta çay olmaması. Tadını hiç sevmediğimiz kahvelerden- özellikle machiato- gına gelmişti. Türkiye'ye gidip gelecek olanlardan tek isteğimiz çaydı.

Memleketimde her köşe başında içinde çay içielen ama adı kahvehane olan mekanlar vardır. Ben daha kahvehanede kahve içenine rastlamadım. Son yıllarda her köşe başında kahveciler açıldı. Starbucks, Caribou, Kahve Dünyası... Bizim gibi kahvehaneye gitmeyen tayfa ne yapsın o da buralara gider oldu. Ama bu kahvecilerin çaycı versiyonunu üstelikte özgün ve yerel bir şekilde yapan mekanlarda var. İşte Çay Station onlardan biri...








Taptaze demleme çayı, birbirinden güzel doğal meyve çayları var. Ortam sıcak, müzikler 10 numara, fiyatlar uygun. Duvarlarında Çiçek Abbas'tan esintiler, şiirler...

Sana illa şiir mi yazayım
Çay demlesem olmaz mı?

Cemal Süreya


gibi güzel aşk sözlerinin yanında


Şimdi sana çay söylesem onu da soğutursun

gibi nüktedan laflar da var



Bence çok yaşasın çay...




Saturday, March 21, 2015

Baharın ilk günü:21 Mart



Her ne kadar İstanbul'da hava bugün soğuk ve kasvetli olsa da bahar kendini son haftalarda hissettirmeye başlamıştı. Bizim topraklarımızda bahar kutlamaları yapılır. Doğa, uzun bir süre uyumuş, ağaçlar sadece dallarına kalmıştır. Ta ki bahar gelene kadar. Bahar gelir... doğa canlanır, hayvanlar canlanır, insanlar canlanır. Bahar deyince aklıma nedendir bilmem hep Ahmed Arif gelir:


  
İÇERDE 

  Haberin var mı taş duvar?
  Demir kapı, kör pencere,
  Yastığım, ranzam, zincirim,
  Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
  Zulamdaki mahzun resim,
  Haberin var mi?
  Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
  Karanfil kokuyor cıgaram
  Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...     

     

                      

Bir gün dağlarına bahar gelir mi memleketimin bilinmez. Ama insanın içine bir bahar gelir kanımca her bahar. O yüzden her bahar dışarı atmalı insan kendini, uyanan ağaçlara,çiçeklere, dağlara, derelere bakmalı...





Thursday, March 19, 2015

Bir Varmış Bir Yokmuş



İlk nerede, ne zaman dinledim bilmiyorum. Müslüm Gürses şarkı söylemiyor, sanki Olimpos Dağı'ndan yeryüzüne buyruk veriyor gibiydi. Şarkıyı bir daha dinledim, sonra b,r daha, sonra bir daha... Hemen büyük bilge Google'da şarkı ile ilgili biraz araştırma yaptım. Meğer şarkının sözleri Murathan Mungan'ın "Nilüfer" şiirine aitmiş. Sonra sözleri daha dikkatli dinledim. "Beni bana ver, bir şansım olsun..."

Zaman geçtikçe ara ara şarkıyı dinlemeye devam ettim. Hatta arkadaşlarıma dinlettim. Şarkı çok güzeldi. Hala da öyle güzel. Daha sonra şarkıyı radyoda Mert Fırat'tan dinledim. Mert Fırat oyuncu- esas oğlan- olduğundan hemen film müziği olduğunu anladım. Şarkıyı seviyorum ya, filme de gittim. Film bence olmamış. Bir şarkının üstüne bina edeceğiz diye tüm filmi bir hedefe, tam filmin sonunda esas oğlan kıza o şarkıyı söylesine hedeflemişler. Son sahne tamam da öncesinde akılda kalan hiçbir şey yok. En azından filmden öyle... Mert Fırat sadece şarkıyı söylese ve bıraksa kariyerine daha net bir başarı eklermiş kanaatindeyim. Mert Fıratı'ı  genel kariyer anlamında son derece başarılı buluyorum.Orası da ayrı. İyi film akılda bir şeyler bırakır, bir sahnesi kült olur, bir lafı aklına yazar sonra köşe başından ayırmazsın, iyi film bunları yapmasa da olur. Kara Şovalye çok iyi bir filmdir. Yerinde oturamazsın çünkü, tüm film sanki hop oturur hop kalkarsın. İyi filmin esasen illa şu özelliği bu özelliği olmasına gerek yok. Bir esaslar silsilesi yok ama bir estetik kaygısı olmalı. Gişeye film yaparsan, gişede kalırsın. Recep İvedik'ten tiksinyorum diyerek orada gezinen aydıncıklar var. Ama Recep İvedik bu ülkede komedi anlayışına bir farklılık getirmiştir. Sokaklarda insanlar- beğenelim ya da beğenmeyelim, iyi ya da kötü- aylarca Recep İvedik repliklerine güldüler, hala gülüyorlar. Bir varmış, sonra yokmuş... 



Wednesday, March 18, 2015

57. Alay


57. Alay Anzak Çıkarmasını durdurmak amacıyla 25 Nisan 1915 günü harekete geçen Türk alayıdır. 57. Alay hala dünyanın en cesur alayı ünvanını elinde bulundurmaktadır. Alaydaki tüm askerler alay komutanı Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Bey başta olmak üzere sırasıyla şehit olmuştur. 49 subay ve 4800 er ve erbaş hayatlarını kaybetmiştir. Türk askerlik geleneklerine göre birliğin sancağı yere düşmez. 57.Alay'da son asker şehit olacağını anlayınca sancağı bir ağacın dalına asmıştır. Bu sancağın Türk tarihinde düşmanın ele geçirdiği tek sancak olduğu söylenir. Bu sancak bugün Malbourne Müzesi'nin en müstesna parçasıdır. Sancağın altındaki levhada şunlar yazmaktadır:

"bu alay sancağı, gelibolu savaş alanından getirilmiştir. ama esir edilmemiştir. çünkü, türk ordusu'nun milli geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. bu sancak, sonuncu muhafızının da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu türk alayı sancağını selamlamadan geçmeyin."


57. Alay askerlerinin inançlarının ne kadar derin olduğunu anlamak için şu kısa tarihi notu hatırlamak gerekebilir:

"....sisli bir nisan sabahı 57. alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım
komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. takım komutanı, sabahleyin düşmana
hücum emrini almış 57. alay'ın, rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını
yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der...."



Ne denebilir ki... Akif her şeyi anlatmış ve söylemiş zaten. Vurulmuş tertemiz alnından yatıyor. Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor.

Biz vev atan size minnettardır...

Tuesday, March 17, 2015

Çanakkale 1

 
 
 
Hiç bir şiir, hikaye, roman, menkıbe Çanakkale'yi 
daha iyi anlatamadı, anlatamayacak. Akif'in insanüstü
bir duygu dünyasında yazdığı bu şiirde neler anlatıyor!!
Akif, Avrupa'lının en açık özelliği olan acımasızlığını,
"yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi" olarak anlatıyor.
Yırtıcı bir hayvana, bir sırtlana benzetiyor. Düşman 
kuvvetleri her açıdan daha kuvvetli olsalar da " Kahraman
orduyu seyret ki bu tehdide güler" der Akif. Öyledir de.
Şiirin en vurucu dizelerinden birisi de literatüre geçmiş
"Asım'ın neslidir..." Akif için ideal nesil vatanına, 
devletine, milletine, ailesine, dünyaya hayırlı nesildir.
Bu nesil Çanakkale'de ölmek pahasına vatanını 
çiğnetmemiştir. 

 "Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!"
 
Akif için her bir insan güneştir, bayrağımızdaki 
hilal uğruna ondan daha değerli bir şeyin yok 
olduğunu söylüyor. "Ey bu topraklar için toprağa 
düşmüş asker... Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber"
arasındaki her bir dize üzerinde düşünülecek birer 
başyapıtın en nadide parçalarıdır. 
Akif, Çanakkale'de şehit olan askerleri Bedir Savaşı'nda
şehit olanlar kadar değerli görüyor. Bu dünyada yapılacak
hiç bir şeyin şehitlerin hatırasını yaşatmak için bir
ttoz zerresi kadar önemi olamayacağını şehitlerin yerinin
peygamberimizin yanı olduğunu söylüyor.


 Bu şiiri Türk ve Dünya Edebiyatı'nın baş 
yapıtlarından birisidir. Ama daha çok bugünümüzün
 değerini, hiç unutmamamız gereken gerçekleri 
anlatan bir abidedir.
 

 
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
 
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. 
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, 
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.