Friday, December 14, 2007

Giderken

"Hasret ile ölümü,
bir teraziye koymuşlar;
Hasret yarım kilo ağır gelmiş"

Askerde iken okumuştum bu cümleyi. Şimdi bana o kadar da anlamlı ve etkileyici gelmiyor. Ama gurbeti, hele askerlikte ki gurbeti çeken bilir. Sanki TSK orduya savaşacak gençler değil de şairler çağırmıştır. Herkes bir duygu yoğunluğundadır. Aziz Nesin'in de abarttığı kıvama gelmiştir anlayacağınız :"öyle bir millet ki üçünden dördü şair".

2 gün önce iki arkadaşımı ( Ozan ve Serhan ) askere göndermiş olmamız hasebiyle hem askerlik günlerim aklıma geldi hemde içimi garip bir gurbet hissi kapladı. Tüm gitmeler gelmek içindir. Evet doğrudur tüm gitmeler gelmek içindir. Ama aradaki koca zamanlar hep bir şeyler götürür insandan.

Monday, December 10, 2007

Mahkumiyet Acıya

Mahkumiyet Acıya


Rahat yok…
Biz kabul etmesekte
Devam etmekte gerçekler
Ne kadar kaçtığının anlamı yok
Kabul etmelisin

İsfahan nere ?
İstanbul nere ?
Ha orda ha burda
Fark eder mi canım…
Yük nasılsa sırtta

Varlık bile boş gelir
Her şey anlamsız
Tamam koşturmacasındayız hayatın
Ama geceler, geceler
Uzun geceler

Kabul, tamam kaybettik
Sökemezmiş çivi çiviyi
Derinleştirirse ayrı..
Artık kaçmak yok
Acı çekmek serbest

Gözler ama, yaralar kangren
İnsan kaybetmeyi de bilmeli
Kabullenmeyi de
Kabul, unutmak yokmuş lugatte
Acıya mahkummuşuz….

Friday, November 30, 2007

Anadolu'nun Anneleri





"Daha doğmadan babasını hastalık sonucu kaybeden, doğduktan sonra ise annesinin evi terk etmesi üzerine ortada kalan Mahzun ile iki kardeşine babannesi ile büyükbabası sahip çıkmıştı. Özürlü torununu kışın leğende, yazın ise sırtında okula götürüp getiriyor Hatice Nine"

Siz ne yüce insanlarsınız. Nasıl engin, adanmışlığınız, insan sevginiz var. Allah size nasıl bir yürek bahşetmiş. Elleri, gözleri, ayakları bir değil bin defa öpülesi insanlar. Anadolu efsanesini yaratan gönül erleri.

80 yaşında sizi hala daha ayakta dimdik tutan nedir. Nedir kış günü kilometrelerce bir leğeni çekme gücünü veren şey. Nedir Anadolu'nun kombi, kazan, doğal gaz görmemiş köylerinde kış günü o yaşlı, yorgun vucuda soba yakma gücü veren....

Şehirliler bilmez Ninem, anlat da öğrenelim. Bir düğmeyle ısınan evlerimzde kocaman ekranlarda filmler, maçlar izleyip homili gırtlak yiyip içip, altımızdaki arabalarla her yanı gezip sonra hala mutsuz, umutsuz, isteksiz,huzursuz olan bizlere anlat ki bilelim. Anlat anam anlat....

Thursday, November 29, 2007

Hiç

"Ben ölürken elimde sarı bir gül ya da hiç...." Böyle başlıyordu sevdiğim şiirlerden biri. Allah'ın sevdiği kullarından mıyım yoksa tam tersi mi bilmem; evim de işimde mezarlığa bakıyor. Bazıları ev mezarlığa bakıyor diye, o evi almaktan vazgeçerler. Gülmeyin, gidin bir emlakçıyla konuşun. Benimse hiç bir sıkıntım olmamıştır bugüne kadar mezarlıklarla. Hatta mezarlıkların içinden geçerken garip bir iç huzuru duyarım. Mezarlıklardan korkanlara da bir anlam veremem. Bugüne kadar bir ölünün bir canlıya zarar verdiği görülmüş müdür acaba ? Hiç sanmam. Ya canlının canlıya yaptıkları...

Evimden camimizin yanında ki mezarlığa bakarken aslında ibret alınacak ne de çok şey var diye düşünürüm. Savaşlar, kavgalar, ihtiraslar, yalanlar, dolanlar, vahşetler...ve daha nice kötülükler olur yeryüzünde. Bazıları çok büyür, katlar hanlar hamamlar sahibi olur. Bazısı bir tas çorbaya hasrettir. Ama doğanın kanunu her iki taraf içinde aynıdır. Necip Fazıl'ın da dediği gibi "Her nakışta o mana; Öleceğiz ne çare."

Bir sonraki mezar ziyaretinizde sadece Fatiha okumayın. Durun, mezar taşlarına bakın ve dinleyin. Emin olun size çok şey anlatacaklar...

Tuesday, October 2, 2007

Bir Şarkının Hatırlattıkları

Yıl 1997 olmalı...Müdür Müavinimiz Füsun Ersoy. Önde gelen arızalardan yani..Derse yeni başlamıştıkki içeriye her zamanki alev saçan gözleriyle Füsun Hoca girdi. Okulun resmi renginin dışında yelek, kazak vs. giyenler inanılmaz bir el çabukluğuyla üzerlerindekileri çıkardılar. Hocamız tek tek bizleri süzerken gözleri bana takıldı. "Git traş ol" emrine karşılık "Ama Hocam..." ile başlayan cümlem yarım kaldı. Ve Almancı tayfasından İbrahim'le beraber yatılıya gidip traş olmak hazırlıklarına başladık. Füsun Hoca'nın 5 dakika sonra buradasınız lafı sanki başkasına söylenmişti. Zira hiç ama hiç üzerimize alınmamıştık. Yavaş yavaş traş olurken İbrahim gördüğüm en eski kasetçalarlardan birine bir kaser koydu. Ve arkadan "Kaybetsem bile her şeyi, bu aşkı yırtar giderim...." tınısı duyuldu. Ve bir şarkı işte bunları hatırlattı. Tam 10 yıl öncesinden bir yarım saat...Bu günleri çok özlersiniz derlerdi de inanmazdık. Evet o günleri çok özlüyoruz..

Saturday, September 15, 2007

Ramazan 1

Ramazanlar...
Çocukluğum en güzek günleri,
Aylarca gelmesini beklediğim tek ay,
Anneme geceleri sahura kaldırmak için yalvardığım ay
Hurmanın ve pidenin adeta uhrevileştiği ay...

Sanki gökten bir el iner ve her şeyi değiştirirdi ramazanlarda. O muhabbet, o dostluk, o anlayışki her zaman olmasını dilerdim anlatılmaz güzellikteydi. Anneler bir başka özenle hazırlarlardı yemeklerini, babalar bir başka dönerdi eve. Açlar tok, toklar açlığı bilirdi. Dostlar ve akrabalara iftara gidilirdi. Bİn aydan hayırlı geceler yaşanırdı. Üstelik hakkıyla. HAk'ın isteği gibi...

Ramazanlar,ayların sultanıdır. Sadece aç kalmak olarak görürsek eğer, asıl güzelliği görememişiz demektir. Asıl güzelliği görmek için ötesine bakmalıyız eşyanın. O da bizim gönlümüze bakar. Orayla bakan, orayla görür. O zaman ramazanlar ramazan olur.

Monday, August 27, 2007

Nikahlar, düğünler ve Hatırlattıkları

İnsanoğlunun ne kadar garip bir yaratık olduğunu her geçen gün daha net bir şekilde görüyorum. Çoğo zaman bu bana öyle bir melankoli veriyorki, keşke olayları bu kadar fazla gözlemlemesem ve düşünmesem diyorum. Ama nafile virüs damarlarınızda dolaşmaya başladıysa artık hiç bir ilaç sizi tedavi edemez.
Yıllarını beraber geçiren insanların daha sonra bir anda kopmaları ve çok öenmli günlerde dahi bir araya gelmemeleri beni her zaman hüzünlendirmiştir. Belki; benim hassaslığım, benim düşünceliliğim ileri düzeydedir. Normal olan ben değil, başkalarıdır.

Bu yaz onlarca nikaha katıldım. Bazılarına da katılamadım. Tabiri caizse bilmem neyimiz bir zamanlar ayrı dereye gitmeyen çocukluk arkadaşlarımdan biri beni nikahına davet etmedi. Yine geçen gün gittiğim bir nikahta, üniversite yıllarımız beraber geçen onlarca arkadaştan sadece 4 tanesi hazır durumdaydı.Üzücüydü.

Aslında bu konuda sayfalarca yazılar yazılabilecekse de, bana hüzün verdiği için daha fazla yazmak istemiyorum.

Monday, July 30, 2007

Erkek Milletine Reva Görülen Pazar İşkencesi

Aslında bu yazının üst tarafına dün akşam saatlerinde İstanbul'daki büyük alışveriş merkezlerinin birindeki bir mağazada alışveriş yapan karısına çaresizlik,kızgınlık,yılgınlık,yenilgi,sıkılma ve tevekkül içinde bakan adamın fotoğrafını çekip koyabilseydim bu satırları yazmak için zaman harcamama hiç gerek kalmazdı.Ama maalesef yanımda fotoğraf makinem yoktu. Ayrıca mağaza fotoğraf çekmek için hiç de uygun değildi. Oysa Bir an için mağaza içinde herkesi dondurup fotoğraflarını çekmek harika olurdu. Zavallı erkeklerin karılarından çektiği eziyet bir nebze olsun anlatılabilirdi belki. Hafta sonları ayaklarını uzatarak bir maç izlememleri kendilerine reva görülmeyen bu zavallı millet, mağazalarda karılarının peşinde o dükkan senin bu dükkan benim gezer, çocuk arabalarını sürer, zırıldayan çocuklarlarla ilgilenirler. Tüm bu süreçte kadınlarımız avına atlamak için hazırlanmış yırtıcı kaplanlar gibi mağazalara etrafı süzerler. Maddi gücü kısıtlı erkeklerimizin ekonomik durumlarının çöküntü içinde olması karşı taraf tarafından fazla dikkatte alınmaz. Saatler sürer bu eziyet. Maaşın iyi ihtimalle dörtte biri tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Erkek yorulmuştur.Bedenen ve ruhen bitmiştir. Aklında sarsılan ekonomisini nasıl düzelteceği vardır. Ama bu şöyle güzel bir yemek yeme isteğini kırmaz. Fikrini açıklamasıyla eşinin akıllara ziyan yanıtı gecikmez " Ne gerek var para harcamaya, evde yeriz" Erkek sarsılmıştır, biraz önce bir ayakkabıya verdiği yüz küsür ytl aklına gelir; ama imanı gibi bir tevekkül içindedir. Sabrı Hz. Eyüp'ü kıskandıracak derecede engindir. Evde şanslıysa karpuz peynir yiyeceğini bilir. Susar. "Tamam" diyebilir belli belirsiz.
En azından akşam maç izlerim der kendi kendine. İçine yavaş yavaş bir mutluluk yayılır. Yan komşuyu da çağırırım diye düşünür. Ağzı kulaklarına daha da yaklaşmıştır. Tüm yorgunluğunu bitkinliğini unutmuştur. Arkadan, derinden bir ses duyulur " Aşkım akşam güzel bir aşk filmi var. Onu izleriz değil mi ?" . O an kulaklarda İbo'dan " Allah'ım neydi günahım" nakaratı vardır.
Nazım Kadınlarımızı anlatmıştır bir şiirinde. Şöyle bir şey diyordu bir yerinde şiirin :

ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen


Nazım Anadolu'nun kadınlarını anlatmıştır bu şiirnde. Herkes üzerine almasın. Hipermarket kadınları için şiir yazacak başka Nazım'lar gerek...

Sunday, July 15, 2007

Şehir ve Çocukluğum






Şehirde yaşayan her çocuk gibi bende hasret büyüdüm parklara, bahçelere, sahalara ve daha bir çok şeye.... Yüzlerce çocuktuk. Anadolu'nun dört köşesinden gelmiştik. Parkımız yoktu, bahçemiz de yoktu. Ama sokaklar bizimdi arabaların olduğu kadar. Zaman zaman arabalar varlığımızdan rahatsız olurdu. Bazılarımıza araba çarptı, bazılarımızın üzerinden geçti. Benim de ayağımız üzerinden geçmişti bir taksitçi...unutamam.
Futbol en favori oyunumuzda. Bazen sorarlar neden herkes futbolla ilgileniyor sanki başka spor yokmuş gibi diye...Bilmezler ki futbol fakir oyunudur. Tek lazım olan kale yapacak taşlar ve top olarak kullanılacak bir kutu, taş ya da onun gibi bir şeydir. Şehirdeydik ve çocuktuk. Sokak aralarında oynuyoruk. Başka yerimiz yoktu. Bazen İdris Amca bazen de Serkis Amca kızarlar bas bas bağırarak bizi kovarlardı. Ama biz en fazla 5 dk ara verirdik. Yıllar yıllar geçti o günlerin üzerinden korkarım şehir çocukların için hala hoyrat hala katı duruyor. Belki biz daha bile şanslıydık. Bir incir ağaçlı bahçemiz vardı. Artık o da yok.

Sunday, July 8, 2007

Pazartesi Sendromu




Pazatesiler...PAzartesiler...Ömrümü yediler.

Monday, July 2, 2007

Moda üzerine





"Bir kadının giyebileceği en güzel giysi, sevdiği erkeğin kollarıdır. Ben öyle bir mutluluğa ulaşamayanlar için moda yapıyorum..."

Yves St. Laurent


Bu sözün üzerine daha fazla konuşmak belki de anlamsız...Hayatını,ününü,parasını,yukarıdaki cümlenin dikkate alınmasını "moda" ya borçlu olan birisi açık yüreklilikle moda hakkında ne düşündüğünü söylüyor. Ama önemli olan bunu hayatının anlamını, elbise üzerine kuranların görmesidir. Bir erkeğe ya da kadına sevilen birinin kollarından daha güzel bir elbise olamaycağını öğreten modacı - ama bana göre filozof- kişiye teşekkürler.....

Tuesday, June 26, 2007

Sarı - kırmızı



Neden takım tutarız ki biz ? İşimize gücümüze baksak ya...Sanki bize ekmek veriyor tuttuğumuz takımlar! 22 kişi bir topun peşinde koşuyorlar. Ne anlıyoruz ki biz bu işten. Oysa kız arkadaşımıza daha fazla zaman ayırmalıyız, babamızın ya da annemizin bize verdiği görevleri savsaklamamalıyız, kendimizi geliştirecek aktiviteleri takip etmeliyiz......

Biz aslında yukarıda yazanları yapmak var iken neden kışın zemheri soğuğunda kilometrelerce yol tepip stada maç izlemeye gidiyoruz. Neden cebimizdeki üç beş kuruşu stad gişesinde bırakıyoruz ya da Digitürk'e aktarıyoruz. Ne kadar anlatsam boş....ne kadar söylesem boş...bazıları anlamayacaktır yine...

Daha okula dahi gitmiyorken taşlarla sokaklarda top oynamanın nasıl bir zevk olduğunu, neredeyse arkadaşlarımın yarısını futbol sayesinde tanıdığımı, futbol sayesinde sağlıklı bir fiziksel yapım olduğunu, güven kazandığımı, estetik yeteneğimin geliştiğini, takım ruhunu, bir iş yapmanın hazını, yenmeyi, yenilmeyi öğrendiğimi anlatsamda fark etmez....

Sonra bir takım tutmanın ne demek olduğunu bilen bilir ancak. Kopenag'ta Popescu 4. penaltıyı ağlara gönderdiğinde UEFA kupası Sarı - Kırmızı ve aslında daha çok kırmızı - beyaz ellerle bütünlüştüğünde gözlerden süzülen yaşların nasıl bir şey olduğunu bilen bilir. Arkadaşlarla evde tribün yapıp bir maç seyretmenin tadını anlatmak olanaksızdır.

Ama yinede siz sevmeyin bu ayaktopunu güzelliğini göremiyorsanız eğer...

Friday, June 22, 2007

Yaz

Yaz

Yaz mevsimini oldum olası sevmem. İstanbul'lu için eziyettir yaz mevsimleri...Peki neden diye soranlar ve yazın güzelliklerini sayan arkadaşlar olabilir. Mesela ne güzel dondurma yiyoruz denilebilirse de dondurmanın pek de sağlıklı bir besin olmadığı ayrıca kışın da yenilebildiğini ama bunun Akdenizlilerce pek tercih edilmediği söylenebilir. Günübirlik havuza, pikniğe, parka, bahçeye, ormana gideriz; ne güzel diyenler olabilir, bende derim ki O eski Türk filmlerinde kaldı. İstanbul'da sayfiye yeri bulmak Deniz Baykal'ı CHP'den uzaklaştırmaktan daha zor. Siz anlayın durumu yani. Yazın şort, terlik, tişört giyiyoruz kardeşim diyebilrsiniz. Bende yunan heykeli gibi vücuda sahip türk erkeklerinin, afrodit gibi türk kadınlarının (!) bu nispeten vücudu gösteren yazlık kıyafetler içinde sergiledikleri şairane görüntülerden bahsederim: selülitler,kıllı bacaklar,kraliça ana göğüsler....falanlar filanlar...

Velhassıl kelam yaz demek eziyet demektir bu şehirde....arabada sıcaktan pişersin,klimayı açsan ya o hasta eder ya da benzin parası, vıcık vıcık terlersin her akşam duş alırsın, - su bulursan tabi bu kuraklıkta- eş dost Bodrum'a, Antalya'ya gider sen eve gidersin terlersin.....bu liste o kadar uzayabilirki akıllara zarar bir hal alır. O yüzden burda kesiyorum. İyi yazlar arkadaşlar.........

Thursday, June 21, 2007

Şehrin Köşeleri

Geçenlerde Nişantaşında'ydım. Genelde benim yaşıtlarımın yaptığı gibi Kırıntı'da ya da ismini bilmediğim diğer yiyecek - içecek mekanlarında takılmak için değil tabiki...Çalışmak için oradaydım. Memleketin ekonomisini ayakta tutacak bazı insanlar lazım değil mi ? Akşamüstü çalışmaktan bıkan yorgun vücudum Nişantaşı sokaklarında dolaşmaya başladı. Sadece yürüyordum, düşünmeden yürüyordum. Etrafımdan geçen insanlar bana uzak bir ülkede olduğum izlenimi veriyorlardı. Hatta sokaklar, binalar, mağazalar ve vitrinleri beni rahatsız edecek kadar yabancıydılar. Bu duygu Cadde de zaman zaman üzerime çökerdi ama o akşamüstü karabasan her zamankinden daha güçlüydü.
Yolda yürümeyi bıraktım. Nişantaşı parkının üst tarafından Beşiktaş'a doğru baktım. İçimi ilkbahar akşamlarının hafif serin rüzgarı ürpertti. Önümden geçen 16 - 17 yaşındaki gençlere baktım. Sonra Allaha şükrettim. İyiki dedim şehrin arka sokaklarında büyüdüm. Gerçek insanlar, gerçek hayatlar gördüm. Gerçek arkadaşlarım oldu. 26 yıllık hayatımda 16 yıllık dostlarım oldu. Nişantaşı, cadde ; marka elbiseler ve arabalar mı yoksa gerçek dostlar mı ??karar bizim için bellidir. Hayatının belli dönemlerinde sadece bir dondurma alacak dahi parası olmayan bir insanın daha sonra ufak şeylerden mutlu olmasından daha normal ne olabilir ki ?? Peki reşit olmayan BEBEKLERE tek seferde binlerce liralık hesaplar ödeyecek para ve yüzbinlerce liralık araba alanlar sizce bu insanları ilerde ne mutlu edebilir.
Maddiyat ve cismaniyet hüküm sürmede İstanbul 'un bazı tepelerinde, bazılarınıdaysa maneviyat. Aşk, alınteri, sevgi, saygı, aile, vatan vs. hala kutsal bazı köşelerinde şehrin. O köşelerki kalbidir bir ülkenin. Nişantaşı'da, Bebek'te, Boğaz'da, Cadde'de ya da yurdum topraklarında oturmayan bazı "fake" entellektüller şehrin köşelerinde yaşayan bu insanları pijama -atlet giyip sokağa çıkan çapulcular olarak görsede. sahibidir ve bekçisidir bu toprakların kenar mahalle insanları............

Sunday, June 17, 2007

Doğumunun 800. Yılında Mevlânâ ve Evrensel Çağrısı

"Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta
Şu ululuk akla,mantığa yaraşır değil
Yok ol varlığından geç, varlığın cinayettir
Aşk doğru yolu buluştan başka bir şey değil"


"Ben şâir değilim, şâirlikten de geçimimi sağlamıyorum
Faziletten de söz etmem, onun derdini de çekmem
Faziletim, hünerim bir aşk kadehinden ibâret
onu da ancak sevgilinin elinden içerim, başkasından kabul etmem.”


Celaleddin Rumi -Mevlana-

Monday, June 4, 2007

SEVDAN BENİ

SEVDAN BENİ

Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayın, karanlıktı gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça...

Ve ellerim, kelepçede,

Tütünsüz, uykusuz kaldım,

Terketmedi sevdan beni...



Ahmed Arif

Thursday, May 31, 2007

Sezai Karakoç'un Mona Roza ya da Muzzez Akkaya 'sı


Maraş Lisesinden mezun olduktan sonra mükiyeye giren Anadolu genci Sezai, Muzzez Akkaya'ya vurulur. Vurulmak ki ne vurulmak. Karşılık bulamadığı aşkını dizeler döker Sezai. Mona Roza böylece doğar. Türk edebiyatının belki de en dokunaklı şiirlerinden ve hikayelerinden biri çıkar ortaya. Akrostiş şeklinde yazılmış şiiri " Muzzez Akkayam" şeklinde bir isim kazır beyinlere.


Mona : tek, Roza : gül demektir. Sezai beyin tek gülü asla ona ilgi göstermez. Gururlu Sezai

"Bir gün gözlerimin ta içine bak

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış"


der aşkının büyüklüğünü anlatırken. Şimdi ne zaman bir karşılıksız aşktan bahsedilse ya da eski yarım kalmış bir sevgi aklıma düşse "


Mona Roza seni görmemeliyim

Bir bakışın ölmem için yetecek


ya da

Benim aşkım sığmaz öyle her saza

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler


dizeleri kulağımda çınlar. Ah Karakoç! bugünlerde evine kapanmış, kimselerle görüşmeyen, tek bir şiirle büyük şair olabilen Karakoç. Elbet şiir olacak şairin tesellisi ama hiç mi acımadın birbirine kavuşamayan, platonik aşıklara....


MONA ROZA

Mona Roza, siyah güller, ak güller

Geyvenin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Ah, senin yüzünden kana batacak

Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar

Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa

Mona Roza, bugün bende bir hal var

Yağmur iğri iğri düşer toprağa

Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek

Mona Roza seni görmemeliyim

Bir bakışın ölmem için yetecek

Anla Mona Roza, ben bir deliyim

Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi

Bende çıkar güneş aydınlığa

Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi

Seni hatırlatıyor her zaman bana

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar

Işıksız ruhumu sallar da durur

Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi

Ellerinden belli oluyor bir kadın

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Saat onikidir söndü lambalar

Uyu da turnalar girsin rüyana

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları

Konar bahçenin incirlerine

Kiminin rengi ak, kimisi sarı

Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine

Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni

İncir kuşlarının bakışlarında

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar su kenarında

Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Henüz dinlemedin benden türküler

Benim aşkım sığmaz öyle her saza

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı

Dinle ve kabul et itirafımı

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı

Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış

Bir gün gözlerimin ta içine bak

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne

Bir tüy ki can verir bir gülümsesen

Bir tüy ki kapalı gece ve güne

Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller

Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!

Mona Roza siyah güller, ak güller

Wednesday, May 30, 2007

ENDÜLÜSTE RAKS


ENDÜLÜSTE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı…
Şevk akşamında Endülüs üç def’a kırmızı…
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir.
Yelpaze gibi çevrilir birden dönüşleri;
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri.
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.
Alnında halka halkadır âşufte kâkülü;
Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü…
Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.
Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi…
Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli…
Şeytan diyorki sarmalı, yüz kerre öpmeli;

Gözler kamaştıran şala, meftûn eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sineden “Ole!”

YAHYA KEMAL BEYATLI

İlk

İlk blogumu bana kazandıran, hatta zorla veren kadim dostum Atilla İkinci'ye şükranlarımı sunarım. Sağol Atim.........