Tuesday, March 24, 2015

Çay


Baktığın zaman kaynamış suya kurutulmuş otları atmaktan ibaret bir ritüel. Nedir yani... ama değil.

Bu memleketin insanları çay olmasaydı başka bir şey olurduk. Sabah kalkarız kahvaltıda çay, saat 10 olur çay, öğlen olur çay, öğleden sonra olur çay, akşam yemek gelir çay, hatta ramazanda çorba içilir yemek arası çay, ocakbaşında rakı içerken yine çay, cenaze evinde çay, düğün dernekte yine çay...

Yıl 2004 Arnavutluk'ta kaldığım 4 ay boyunca inşaatta çalışan işçi, usta, mühendis, mimar vs. hepimizin tek bir ortak sorunu vardı. Arnavutluk'ta çay olmaması. Tadını hiç sevmediğimiz kahvelerden- özellikle machiato- gına gelmişti. Türkiye'ye gidip gelecek olanlardan tek isteğimiz çaydı.

Memleketimde her köşe başında içinde çay içielen ama adı kahvehane olan mekanlar vardır. Ben daha kahvehanede kahve içenine rastlamadım. Son yıllarda her köşe başında kahveciler açıldı. Starbucks, Caribou, Kahve Dünyası... Bizim gibi kahvehaneye gitmeyen tayfa ne yapsın o da buralara gider oldu. Ama bu kahvecilerin çaycı versiyonunu üstelikte özgün ve yerel bir şekilde yapan mekanlarda var. İşte Çay Station onlardan biri...








Taptaze demleme çayı, birbirinden güzel doğal meyve çayları var. Ortam sıcak, müzikler 10 numara, fiyatlar uygun. Duvarlarında Çiçek Abbas'tan esintiler, şiirler...

Sana illa şiir mi yazayım
Çay demlesem olmaz mı?

Cemal Süreya


gibi güzel aşk sözlerinin yanında


Şimdi sana çay söylesem onu da soğutursun

gibi nüktedan laflar da var



Bence çok yaşasın çay...




Saturday, March 21, 2015

Baharın ilk günü:21 Mart



Her ne kadar İstanbul'da hava bugün soğuk ve kasvetli olsa da bahar kendini son haftalarda hissettirmeye başlamıştı. Bizim topraklarımızda bahar kutlamaları yapılır. Doğa, uzun bir süre uyumuş, ağaçlar sadece dallarına kalmıştır. Ta ki bahar gelene kadar. Bahar gelir... doğa canlanır, hayvanlar canlanır, insanlar canlanır. Bahar deyince aklıma nedendir bilmem hep Ahmed Arif gelir:


  
İÇERDE 

  Haberin var mı taş duvar?
  Demir kapı, kör pencere,
  Yastığım, ranzam, zincirim,
  Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
  Zulamdaki mahzun resim,
  Haberin var mi?
  Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
  Karanfil kokuyor cıgaram
  Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...     

     

                      

Bir gün dağlarına bahar gelir mi memleketimin bilinmez. Ama insanın içine bir bahar gelir kanımca her bahar. O yüzden her bahar dışarı atmalı insan kendini, uyanan ağaçlara,çiçeklere, dağlara, derelere bakmalı...





Thursday, March 19, 2015

Bir Varmış Bir Yokmuş



İlk nerede, ne zaman dinledim bilmiyorum. Müslüm Gürses şarkı söylemiyor, sanki Olimpos Dağı'ndan yeryüzüne buyruk veriyor gibiydi. Şarkıyı bir daha dinledim, sonra b,r daha, sonra bir daha... Hemen büyük bilge Google'da şarkı ile ilgili biraz araştırma yaptım. Meğer şarkının sözleri Murathan Mungan'ın "Nilüfer" şiirine aitmiş. Sonra sözleri daha dikkatli dinledim. "Beni bana ver, bir şansım olsun..."

Zaman geçtikçe ara ara şarkıyı dinlemeye devam ettim. Hatta arkadaşlarıma dinlettim. Şarkı çok güzeldi. Hala da öyle güzel. Daha sonra şarkıyı radyoda Mert Fırat'tan dinledim. Mert Fırat oyuncu- esas oğlan- olduğundan hemen film müziği olduğunu anladım. Şarkıyı seviyorum ya, filme de gittim. Film bence olmamış. Bir şarkının üstüne bina edeceğiz diye tüm filmi bir hedefe, tam filmin sonunda esas oğlan kıza o şarkıyı söylesine hedeflemişler. Son sahne tamam da öncesinde akılda kalan hiçbir şey yok. En azından filmden öyle... Mert Fırat sadece şarkıyı söylese ve bıraksa kariyerine daha net bir başarı eklermiş kanaatindeyim. Mert Fıratı'ı  genel kariyer anlamında son derece başarılı buluyorum.Orası da ayrı. İyi film akılda bir şeyler bırakır, bir sahnesi kült olur, bir lafı aklına yazar sonra köşe başından ayırmazsın, iyi film bunları yapmasa da olur. Kara Şovalye çok iyi bir filmdir. Yerinde oturamazsın çünkü, tüm film sanki hop oturur hop kalkarsın. İyi filmin esasen illa şu özelliği bu özelliği olmasına gerek yok. Bir esaslar silsilesi yok ama bir estetik kaygısı olmalı. Gişeye film yaparsan, gişede kalırsın. Recep İvedik'ten tiksinyorum diyerek orada gezinen aydıncıklar var. Ama Recep İvedik bu ülkede komedi anlayışına bir farklılık getirmiştir. Sokaklarda insanlar- beğenelim ya da beğenmeyelim, iyi ya da kötü- aylarca Recep İvedik repliklerine güldüler, hala gülüyorlar. Bir varmış, sonra yokmuş... 



Wednesday, March 18, 2015

57. Alay


57. Alay Anzak Çıkarmasını durdurmak amacıyla 25 Nisan 1915 günü harekete geçen Türk alayıdır. 57. Alay hala dünyanın en cesur alayı ünvanını elinde bulundurmaktadır. Alaydaki tüm askerler alay komutanı Kurmay Yarbay Hüseyin Avni Bey başta olmak üzere sırasıyla şehit olmuştur. 49 subay ve 4800 er ve erbaş hayatlarını kaybetmiştir. Türk askerlik geleneklerine göre birliğin sancağı yere düşmez. 57.Alay'da son asker şehit olacağını anlayınca sancağı bir ağacın dalına asmıştır. Bu sancağın Türk tarihinde düşmanın ele geçirdiği tek sancak olduğu söylenir. Bu sancak bugün Malbourne Müzesi'nin en müstesna parçasıdır. Sancağın altındaki levhada şunlar yazmaktadır:

"bu alay sancağı, gelibolu savaş alanından getirilmiştir. ama esir edilmemiştir. çünkü, türk ordusu'nun milli geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. bu sancak, sonuncu muhafızının da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu türk alayı sancağını selamlamadan geçmeyin."


57. Alay askerlerinin inançlarının ne kadar derin olduğunu anlamak için şu kısa tarihi notu hatırlamak gerekebilir:

"....sisli bir nisan sabahı 57. alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım
komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. takım komutanı, sabahleyin düşmana
hücum emrini almış 57. alay'ın, rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını
yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der...."



Ne denebilir ki... Akif her şeyi anlatmış ve söylemiş zaten. Vurulmuş tertemiz alnından yatıyor. Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor.

Biz vev atan size minnettardır...

Tuesday, March 17, 2015

Çanakkale 1

 
 
 
Hiç bir şiir, hikaye, roman, menkıbe Çanakkale'yi 
daha iyi anlatamadı, anlatamayacak. Akif'in insanüstü
bir duygu dünyasında yazdığı bu şiirde neler anlatıyor!!
Akif, Avrupa'lının en açık özelliği olan acımasızlığını,
"yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi" olarak anlatıyor.
Yırtıcı bir hayvana, bir sırtlana benzetiyor. Düşman 
kuvvetleri her açıdan daha kuvvetli olsalar da " Kahraman
orduyu seyret ki bu tehdide güler" der Akif. Öyledir de.
Şiirin en vurucu dizelerinden birisi de literatüre geçmiş
"Asım'ın neslidir..." Akif için ideal nesil vatanına, 
devletine, milletine, ailesine, dünyaya hayırlı nesildir.
Bu nesil Çanakkale'de ölmek pahasına vatanını 
çiğnetmemiştir. 

 "Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!"
 
Akif için her bir insan güneştir, bayrağımızdaki 
hilal uğruna ondan daha değerli bir şeyin yok 
olduğunu söylüyor. "Ey bu topraklar için toprağa 
düşmüş asker... Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber"
arasındaki her bir dize üzerinde düşünülecek birer 
başyapıtın en nadide parçalarıdır. 
Akif, Çanakkale'de şehit olan askerleri Bedir Savaşı'nda
şehit olanlar kadar değerli görüyor. Bu dünyada yapılacak
hiç bir şeyin şehitlerin hatırasını yaşatmak için bir
ttoz zerresi kadar önemi olamayacağını şehitlerin yerinin
peygamberimizin yanı olduğunu söylüyor.


 Bu şiiri Türk ve Dünya Edebiyatı'nın baş 
yapıtlarından birisidir. Ama daha çok bugünümüzün
 değerini, hiç unutmamamız gereken gerçekleri 
anlatan bir abidedir.
 

 
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
 
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. 
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, 
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
 
 
 
 

Monday, March 16, 2015

Alan Turing:"Imitation Game"


Sherlock dizisinden tanıdığımız Benedict Cumberbatch'in  gerçek bir hikayeden esinlenen "The Imitation Game" filminde usta oyunculuğu ile canlandırdığı Alan Turing'i tanıma fırsatım oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların haberleşmek için kullandığı Enigma isimli cihaz bir türlü çözülemiyordu. İngiliz hükümeti bu şifreli haberleşmeyi çözmek için ülkenin önemli uzmanlarını bir araya getirse de bir sonuca ulaşamaz. Almanların çok hızlı ilerlediği, onlarca Avrupa başkentinde nazi bayraklarının dalgalandığı günlerde cephedeki savaş kadar, belki de daha önemli bir savaş perde arkasında sürdürülüyordu. Bu savaş Alan Turing olmadan asla kazanılamayacak bir savaştı. Cambridge Üniversite'si matematik profesörü Alan Turing bilgisayarınların atası sayılan Christopher-okuldan çocukluk arkadaşının adı- adlı cihazı ile asla kazanılamayacak bir savaşı İngiltere'nin kazanmasını sağladı.

Alan Turing, dışarıdan değil, kendi ülkesinden gelen engellemelere, aşağılanmalara, eşcinsel olması sebebiyle önüne engellenler konmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı'nın Almanya aleyhine dönmesinde hayati bir rol oynayan makinasını yapmaktan vazgeçmemiştir.  Savaşın kazanılmasından sonra o zamanlar eşçinsellik İngiltere'de bir suç olarak görüldüğünden hakim ondan ilaç tedavisi ya da hapis cezası arasında bir seçim yapmasını istedi. Alan, özgürlüğü seçti. Büyük yazar Oscar Wilde'dan tam elli yıl sonra, bir büyük İngiliz bilim adamı Turing'de Oscar Wilde ile aynı kaderi paylaşıyordu.

Bugün, bilgisayar dünyasının Nobel'i Alan Turing adına verilmektedir. Britanya'nın bir çok kentinde bronz heykelleri açılmıştır. İngiltere Başbakanı Gordon Brown 2009'da Turing'e yapılanları korkunç oalrak nitelendirmiştir. Kraliçe Elizabeth, 2013 yılında kendisini onurlandırmıştır.

Tarihçilere göre Alan Turing icat ettiği cihaz ile İkinci Dünya Savaşı'nın iki yıl kısa sürmesini sağlamış, yaklaşık 10 milyon insanın hayatını kurtarmıştır.

Zeka ve yeteneğe herkes saygı duyuyor. Er ya da geç güzel ve önemli işler yapan insanlar ödüllendiriliyor. Dünya, Alan Turing gibi insanlar sayesinde daha güzel, daha gelişmiş, daha medeni bir yer oldu. Bazen, herkes bir yere giderken, herkesin tersine gitmek gerekebilir. Atatürk'ün de dediği gibi bazen "Doğru bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin"

Sunday, March 15, 2015

İstiklal Marşı




Örnek insan, büyük şahsiyet, edep ve haya timsali,  Mehmet Akif Ersoy'un 12 Mart 1921 yılında TBMM'de kabul edilmiştir. Büyük şair Mehmet Akif, başka bir yazının konusu olacaktır. Zira Mehmet Akif kitaplar dolusu incelenmesi gereken bir şairdir.

İstiklal Marşı Türk ve dünya edebiyatının en müstesna, en değerli, en harika şiirlerinden birisidir. Bir duygu şiiridir. Ve İstiklal marşı ancak tarihimizin o döneminde, o şartlarda yazılabilirdi. Akif'in de dediği gibi "Allah bize bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın". Kanımca bir daha böyle bir şiir yazılamaz.

İstiklal Marşı ancak Akif gibi bir sarsılmaz ve inanmış bir müslüman tarafından yazılabilirdi. İstiklal Marşı'mız üzerine kitaplar yazılabilir. Ve yazılmıştır da. Hepimiz farklı manalar ve duygular çıkarabiliriz. Ama gerçekten İstiklal Marşı'nın anlamak için o zamanları ve Akif'i tanımak gerekir. Akif öyle bir vatanseverdir ki milletvekili maaşının sekiz altın olduğu bir dönemde birincisine beş yüz altın hediye edilecektir diye yarışmaya katılmamıştır. Üstelik maddi olarak binbir zorluklar içinde olmasına rağmen...

Akif, "Korkma!!!..." diyerek başlıyor. Aynı Hz. Muhammed'in bir mağarada peşine kendisini öldürmek için düşenlerin mağaranın girişine yaklaşdıklarında Hz Ebubekir, Hz Muhammed'i öldürülmesinden korkması üzerine Hz. Muhammed "Korkma... ", "Korkma, sen bizim yanlız bırakılacağımızı mı sandın" der. Akif, bir inanç insanı olarak İslam'ın son bağımsız ülkesinin de düşman çizmeleri altında kalamayacağı ve Allah'ın kendilerinin yanında olduğunu düşüncesinden hareketle adeta bayrağa haykırıyor: Korkma!!!

İşte; sadece ve sadece İstiklal Marşı'nın ilk kelimesinden sayfalar çıkacağının ve Akif'in her bir kelimesinin büyü bir dikkat ile seçtiğinin vesikası "Korkma'''dır.

İstaklal Marşı'nın açıklamaya, anlatmaya çalışmak bence beyhudedir. İstiklal Marşı her gün tekrar tekrar okunması gereken bir vesikadır. Açıklanmamalı, bu topraklardaki herkesin ruhuna kazınmalıdır. Akif, gibi bir vatan ve millet sevdalısının, ve zaten sadece Akif gibi bir ruha sahip şairin yazabileceği bu büyük Marş'ın yazarının Arnavut asıllıı olması sebebiyle kendisinin eleştirilmesi, öldüğü gün- ayrı bir konudur- kendi devletinin kendi öz memleketinde Akif'e parya muamelesi yapması, yıllarca vatandan uzak yaşamak zorunda kalması bize ayıp olarak yeter.







Thursday, March 12, 2015

Soma'ya Ağıt





Üç Yüz bir

Toprağın bağrını söker kapkara ellerle
Ta arzın merkezinden çıkarır ‘kara elması’ yeryüzüne
Kirli elleri medeniyetin kaldıracı
Kapkara yüzü hecin yüzlü ‘şık’ların aynası
Toprağın altında kaldı üç yüz bir can
Toprağın altında, yani son durakta, ama erken
Kimi daha on dokuz, kimi yirmi birinde baba
Kimi de çoktan emekli, aslında
Yitip gidenlerin ardında tam dört yüz otuz iki yetim
Gözü yaşlı anneler, babalar ve dullar
Babalar ki dişini sıkmaktan ağzı açılmayan
Anneler ki ağlamaktan ve dua etmekten bitkin
Kaldılar
Şimdi bize ‘son kullanma tarihi geçmiş’ maskeliler
Cesetlerin üzerine inşa edilen towerlar
‘Ceset yakınlarının borçlarını erteleyen ‘Garanticiler’
Boğaz’da gözyaşlarını kadehlere damlatan kaymak tabaka
Acıyı şova katan ‘aydın’cıklar
Ve siyah kurdeleli ekranlarında dizi izleyen ‘muhteşem’ bir halk ile yaşamak ağrısı kaldı…



Tuesday, March 10, 2015

Barcelona



Bir kaç ay önce ikinci kez Barcelona'ya gittim. Katalanlar, - aman Katalanlara İspanyol demeyin, çok bozuluyorlar- neşeli ve pozitif insanlar, hayata güzel bakıyorlar. İspanyollar'dan pek bir farkları yok bence ama kendilerini biraz daha farklı görüyorlar. Her tarafta Katalan bayrakları var. Bence Katalunya da İspanya'nın bir parçası olarak kalmalı, yoksa diğer küçük ülkeciklerden biri olacak. Oysa şimdi böyle çok güzel. Neyse, bu başka bir hikayenin konusu. Biz güzelliklere, izlenimlere, anılara ve gezmelerimize bakalım...

Barcelona harika bir şehir. Her açıdan Avrupa'nın örnek şehirlerdinden birisi. Barcelona'da tarihi eser görmek zor. Roma, Floransa, İstanbul gibi tarihi eserlerle dolu şehirlerden birisi değil Barcelona. Fakat Barcelona Modern mimarinin en güzel örneklerinden bazılarına sahip. Tabi ki büyük Mimar Gaudi'nin muhteşem eserlerini ayrı bir yere koymak gerekiyor. La Sagrada Familia, Casa Battlo, Casa Miro, Parc Güell Gaudi'nin harika eserlerinden bazıları. Barcelona için Gaudi'nin şehri demek yerinde olur. Gaudi, üniversiteden mezun olduğunda fakültenin dekanı şöyle demiş:

"Bugün burada mezun olan bu kişi ya bir dahidir ya da bir delidir..."

Gaudi işte böyle bir mimar. Gaudi'nin süslediği Barcelona tam bir şehircilik başarısıdır. Tüm belediyeler Barcelona'nın şehirciliğe bakış açısından bir şeyler öğrenebilir. Benim de İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'nde çalışan bir arkadaşım araştırmalarda bulunmak üzere altı ay süre ile Barcelona'da kalmıştı. Barcelona'nın tamamını yürüyerek gezebilirsiniz, yürümeyi sevmiyorsanız metro ya da otobüs ile rahatlıkla seyehat edebilirsiniz. Ayrıca Barcelona bisiklet ile gezmek için tam bir cennettir. Sizin bisikletiniz olmasa da olur. Her sabah bisiklet taşıyan araçlar şehri belli bölgelerine bisiklet parklarına bisiklet bırakırlar. Bu parklardan aldığınız bisikletleri şehrin başka bir bisiklet parkına bırakabilirsiniz.

Barcelona anlatmakla bitmez ama Barcelona futbol takımından bahsetmeden hiç olmaz. Barcelona sadece bir buçuk milyon nufüsa sahip olmasına rağmen - Madrid beş milyon- dünyanın en önemli futbol takımlarından birisine sahiptir. Bence son 20 yılın Real Madrid ile en büyüğü. Ama ben daha ziyade Barcelona'yı severim. Romario, Stoichkov, Hagi, Koeman, Guardiola'lı efsane kadrosundan beri Barcelona her zaman futbol oynamaya çalışır. Real Madrid'e fark attıkları bir kaç yıllık dönemde çıkar futbol oynar Real Madrid'in çirkef- Mourinho futbolda sertliği zaman zaman gerekli görür- ve sert oyununa asla onlar gibi cevap vermedi. Real Madrid'in daha iyi olduğu son birkaç yılda da asla oyunundan taviz vermedi. Barcelona çıkar ve futbol oynar. Yense de yenilse de... Messi efsanesi de tabi buradan çıkabilirdi...

Barcelona'ya giderseniz mutlaka La Rambla'yı defalarca arşınlayın. La Rambla üzerindeki pazarda taze sıkılmış meyve sularından yudumlayın, tapas, paella, tortilla, churro yemeden sakın dönmeyin. Maremagnum'da yürüyüş yapın, alışveriş seviyorsanız El Corte Ingles'te kaybolun, yürüyün ilk gördüğünüz kafeye girip içerindeki insanlarla muhabbet edin. Barcelonalılar son derece konuşkan ve güler yüzlü insanlar. Barcelona hakkında yazılacak şeyler bitmeyeceğinden onları başka bir zaman bırakıyorum

















İkinci Ailesi- Atilla, Hülya ve Ela(6) ile gittiğim bu gezide en çok dikkatimizi çeken şeylerden birisi insanlar oldu. Evet bire bir insanların kendisi. Bu kadar güler yüzlü, bu kadar sıcak kanlı, bu kadar konuşkan insanları görünce ilk başta biraz şaşırdık, daha sonra hemen alıştık ve mutlu olduk. Biz malesef İstanbul'da bir şeyi kaybetmişiz. Asık suratlı, mesafeli, mümkün olan en kısa konuşma süresini kullanan, sinirli, öfkeli, anlayışsız... şehir çoğumuzu bu hale getirmiş. Oysa Barcelona'da mutlu ve neşeli insanlar gördük. Kalmak için otel değil bir ev tercih ettik. Sabah kahvaltılarımızı evde, öğle ve akşma yemeklerimiz dışarda yedik. Her sabah taze ekmek almak için La Sagradia Familia'nın hemen yakınındaki evden 300 metre mesafedeki bir fırına gidiyorduk. İkinci gidişimizden sonra insanlar bizi tutup sohbet etmeye başladılar. Aynı şekilde gittiğimiz marketteki çalışanlarda artık en azından bizimle selamlaşmaya başladılar. En çarpıcı örnek ise La Plaça Real'den- merkez- eve bir gün otobüsle dönmeye karar verdik. Zira bütün gün yürüdüğümüzden hepimiz bel ağrıları ile boğuşuyorduk. Otobüs'te tiyatral yeteneği son derece yüksek olan Ela bize şarkı söylemeye başladı. Hemen arkadamızdaki ailenin Ela ile aynı yaşlardaki kızları şaşkın şakın bize bakarken Ela hiç oralı olmadan şarkısına devam etti. İstanbul'da normalde anne babalar böyle durumlarda çocuklarını çevelerini rahatsız etmemeleri için susturur. Biz memleketimizde yapacağımızın aksine Ela'ya müdahale etmedik, zira kimse rahatsız gibi görünmüyordu. Esas şaşırtıcı şey ise hemen arkamızdaki ailenin Ela şarkısını bitirdikten sonra onu alkışlaması, bizi saygı ve sevecenlikle selamlaması idi.

Böyle güzelliklerin Şehr-i İstanbul'da da görmek dileğiyle... 


Saturday, March 7, 2015

Nasreddin Hoca, çocuğu ve eşek








Hepimiz biliriz hakayeyi, bir gün hoca eşeğine binmiş köyüne dönerken yolda birisi:

"'Hocam, yazık değil mi eşeğe iki kişi binmişsiniz' demiş.

Bunun üzerine Hoca eşekten inmiş, çocuk eşeğin üstünde kendisi yayan yola devam etmiş. Az ileride birisi:

'Hocam sen eski köye yeni adet mi getiriyorsun, çocuk eşeğin sırtında, sen bu yaşa gelmiş Hoca yayan yürüyorsun' demiş ve söylene söylene yürümüş.

Hoca bunun üzerine çocuğu eşekten indirmiş ve kendisi eşeğe binmiş. Çocuk önde kendisi eşeğin önünde yollarına devam etmişler. Az ileride birisi:

' Sen nasıl hocasın el kadar çocuk yürüyor, sen eşeğin sırtında gidiyorusun' demiş ve söylene söylene yoluna devam etmiş.

Hoca bunun üzerine eşeği sırtına almış, oğluna da anırmasını söylemiş. Böyle köye girmişler..."


Benim en sevdiğim Nasreddin Hoca hikayelerinden birisi budur. Canım memleketimde herkesin her konuda derinlikli bilgisi ve öngörüsü vardır. Sizin o konunun uzmanı ya da meraklısı olması onu hiç ilgilendirmez. Herkes Fatih Terim'den, Jose Mourinho'dan iyi teknik direktördür, herkes -hadi Sinan demeyelim- Mimar Kemaleddin kadar mimardır, herkes doktordur,- öyle ki hiçbir doktor beğenilmez- herkes her şeydir yani Türkiye'de. Ben 30lu yaşlarımda Nasreddin Hoca'nın yüzyıllar önce anlattığı şeyi yeni anladım. "Seni yeteri kadar okumadığımdan ohhhh olsun bana hocam-" Eğer bir şey yapacaksanız değer verdiğiniz sizi seven insanların fikirlerini almanız çok doğrudur. Fakat her şeyi herkesten ve hatta sizin hayatınız için iyi ve kötüyü sizden iyi bilen insanların olduğu memleketimde bir şey ypacaksanız, doğru ya da yanlış. Yalnız yürümeniz gerekebiliri hatta çoğu zaman yanlız yürürsünüz. Bunu yüzümüze çarpan büyük insan Nasreddin Hoca'ya sayılar...



Bana sorarsanız bu toprakların gelmiş geçmiş en büyük düşünür, filozof ve edebiyatçılarından birisi Nasreddin Hoca'dır. Nasreddin Hoca az kelime ile çok şey anlatır. Çok düşündürür. Bu toprakların insanıdır. Bu memletekin demiyorum çünkü Nasreddin Hoca'nın hikayeleri Balkanlarda ve Ortadoğu'da ufak tefek farklılıklarla bir çok dilde vardır. Hoca, bizim hikayemizi bize öyle anlatır ki "yaaa gerçekten de öyle" diye kafamıza tokmak indirir. Her hikayesi başlı başına bir kitap konusudur. Hoca her şeyden de öte hümanist ve evrenseldir. Güldürürken bu kadar derinlikli, üstelik bu kadar yalın olmak dünyanın en büyük edebiyatçılarını kıskandırabilir.  Romancılar, insanların para pula tamah ettiklerini, gerçek güzelliklerden uzaklaştıklarını, eşin dostun para ölçütüne göre size değer verdiğini karmaşık şekilde anlatabilirler. Hoca, " Ye kürküm ye" der, noktayı koyar. Hoca insanların üzerlerine vazife olmayan şeylere karışmalarına, saçma sapan şeyler sormalarına kızar. Ama başkaları gibi buna tepki göstermez:

 "Hocam dün gece sizin evden bir ses geldi, hayırdır?" diye soran adama,
"Sana ne?" demez.
"Kavuğum yere düştü? der.
Adam,"Aman hocam kavuk o kadar ses yapar mı?" diye sorunca.
"Bende içindeydim" der.


Hoca işte... Hepimiz biraz Nasreddin Hoca olsak daha mı güzel olur acaba...








Tuesday, March 3, 2015

"Bir insanı sevmekle başlar her şey..."



“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” Böyle diyor Sait Faik, şaheser öykü kitabı Alemdağında Var Bir Yılan'da. Hala okumadıysanız mutlaka okumanız gereken Türk öykücülüğünün yüzakı bu kitapta. Sait Faik, bu kitabında aslında yalnızlığını anlatır. İstanbul iğrenç, tiksindirici bir yerdir. Yalnızlığı, İstanbul'u bile çirkinleştirir. Oysa çoğu zaman ne güzeldir İstanbul yazarlar ve şairler için- Sadece bir semtini sevmek bile ömre değer- der büyük şair Yahya Kemal. Oysa, Sait Faik için İstanbul çirkindir, aynı Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları'nda, romanın ana kahramı Kamil Bey bir vapurda İstanbul'un etrafında düşman ülkelerin gemilerini görünce hissettiği gibi...


Sait Faik, yalnız ve mutsuzken bile yalnızlık dünyayı doldurmuş derken bile umut içinde diyor ki :" Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey..." Evet, Sait Faik'in dediği gibi bir insanı sevmekle başlar her şey ve oradan büyür güzellikler. Bazı sözler hiç eskimiyor, Sait Faik'in sözleri gibi. Şimdi daha yalnız değil miyiz. Arkadaşlarımız, dostlarımız, komşularımız yok. Kontaklarımız var. Her şeyimizi bilen, her şeyimizi bildiğinden iletişim kuracak hiçbir şeyimiz kalmayan ve arkadaş yerine kontaklarımız olan kişiler. Sosyal medya bizi bize yaklaştırdı mı yoksa uzaklaştırdı mı? Onlarca ailenin yaşadığı ve herkesin her derdini bildiği mahallelerden, yüzlerce ve hatta binlerce kişinin yaşadığı havuzlu, asansörlü sitelere taşındık. Kalabalıkların arasında daha da yalnızlaştık. Oysa bir insanı sevmekle başlar her şey; bir insanı, tüm insanları, tüm canlıları, tüm doğayı, tüm evreni ve hatta uzaylıları sevmek, sadece bir tek insanı sevmekle başlıyor. İki büyülü sözcükle yani...

Sen Sait Faik iyi ki vardın, iyi ki yazdın, iyi ki biz seni tanıdık ve bu pis, kötü ve anlamsız dünyada güzel olan şeyleri hatırladık. Sen, bizi daha biz, yani daha insan yapan büyük öykücü. Biliyoruz, bir insanı sevmekle başlar her şey ve hiçbir kağıt parçası, beton yığını, tekerlekli metal vasıtaları bir insanı sevmenin yerini tutamaz.

Monday, March 2, 2015

Endülüs'te Raks

 
 
 ENDÜLÜS'TE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sineden: "Ole!" 
 
Yahya Kemal Beyatlı 
 
 
 
 
Türk edebiyatının yüzakı büyük şair Yahya Kemal Beyatlı'nın en güzel
şiirlerinden birisidir: Endülüs'te Raks. İspanya Sefiri iken İspanyolların
büyülü dansı Flamencodan, İspanya Bayrağının kırmızısından, İspanya'nın
güllerinden, şal giymiş güzel Akdeniz kadınlarından, Endülüs'ten, her 
İspanyol'un dilindeki 'Ole'den ve belki başka birçok güzelliklerden etkilenen
şair bu harika şiiri yazmış. Şair, Yahya Kemal olunca, bu imgeler muhteşem 
bir şiire dönüşmüş. 

Şiir, aslında ilk anda dans eden bir kadını anlatıyor. Sonrasında tüm 
İspanya'yı, sonrasında İber Yarımadası'nı, sonrasında İber'in tarihini... 
İspanya kırmızıdır:Flamenco, bayrak, kadınların şalı, maradorların 
muletası( boğaları kızdırmakta kırmızı bez parçası), Katalunya, İspanya 
tarihi- özellikle iç savaş- ...

Yahya Kemal'in de dediği gibi Akdeniz'in bu en batısındaki flamenconun,
 gülün, zilin, şalın, kırmızının ülkesine her sineden ole...