Saturday, November 13, 2010

Bir Halı Saha Maçının Anlattıkları




Anlamsız gelir bazılarına koca koca adamların bir topun peşinde bir saat koşmaları. Anlamsız gelir ayaklarını uzatıp televizyon izlemek varken, gezmek varken, kitap okumak varken, uyuklamak varken...Bu iş için harcanan zaman ve efor yetmezmiş gibi bir de üstüne para verir bu halısaha severler. Velhasılı anlamsız, saçma, gereksiz gelir.

Ama bilmezler, neleri mi? O sahaya gidip maç yapmanın herkes için farklı farklı anlamları vardır. Bazısı, dertlerini unutmak için oynar. Çoğu kez duymuşumdur"şuraya gelip 1 saat koştuğum zaman dilimi bütün dertlerimden kurtulduğum tek zaman dilimidir" diye. Bazısı sadece ve sadece futbol oynamayı sevdiği için gelir halı saha maçlarına, bazıları sosyal ortamını sever maçların; çünkü maçtan önce insanlar birbiriyle konuşur, maç ayarlanır, belki de aylardır konuşulmaya ve konuşulmayacak kişi ile bu vesile ile konuşulur. Modern hayat, insanlar ortak bir noktaları yoksa bir zamanlar en iyi arkadaşları olan insanlarla bile görüşemiyebiliyorlar. Oysa maçtan önce oturulur sonra oturulur, çay içilir, muhabbet edilir. Bazısı, spor yapmaya gelir, sadece terlemek için yani. Bir ter atayım der. Zira şehirde düzenli spor yapmak pahalı ve zaman gerektiren bir uğraştır. Artık bir koşubandının üzerinde koşmanın eğlenceli olduğuda söylenemez. Liste uzatılabilir. Herkes bir nedenden ötürü sever halı saha maçlarını. Bu maç vesilesiyle toplanların insanların ilişkilerini güçlü tuttuğu, uzaklaşmalarını engellediği, bir nevi sosyalleşme sağladığı açıktır.
Her halı saha maçı yapanın bir maziside vardır meşin yuvarlakla. Bazısı Fener'in bazısı Beşiktaş'ın, bazısıda adı bilinmeyen bir amatör takımın altyapısında oynamıştır. O halı saha maçı başka, bambaşka düşüncelere götürür insanları. Eski günlere, daha genç olunan güzel günlere...
Velhasılı halı saha maçı deyip geçenler, halı saha maçı asla halı saha maçı değildir. Altında bambaşka anlamlar taşır. Aman canım maçta neymiş değildir mevzu. Heee! Bu halı saha maçlarının tam olarak ne anlam ifade ettiği bu atmosferi yaşamayanların anlayabileceği bir şey değildir. Dolayısıyla kadınların genel olarak bunu anlaması daha zor olur. Ama en azından anlamaya çalışabilir anlayamayanlar. Zira kırgın, hayal kırıklıklarıyla dolu, zorlu bir hayat geçiren-memleketimde genelde böyle hayatlar yaşanıyor- koca koca insanlar bir nebze mutlu olmak, kendisini iyi hissetmek, nostalji yaşamak için gider topunu oynar.

Monday, November 8, 2010

Monday, May 31, 2010

Canım İstanbul



İstanbul'un fethinin üzerinde 5 asırdan fazla zaman geçti. Ve biz, Fatih'in torunları geçenlerde yine Fetih Haftası vesilesiyle birçok etkinliklerle İstanbul'un fethini yad ettik. Temsili olarak kalelere çıktık, top, gülle attık. Allah Allah nidalarıyla sağa sola koşturduk.

Güzel, hoş bu kadar mizansen yapmamız ama şairin şiirinde Canım İstanbul diye anlattığı yeri 5 asır sonra ne hale getirdik. Aslı önemli nokta budur.

Necip Fazıl'ın İstanbul'u acaba nerededir:

......
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canim;
Vatanim da vatanim...
İstanbul,
İstanbul...

.....


Dünyanın en güzel şehrinden manzalara bakarsak Fatih Mezarında rahat yatamıyordur. Dün günlerden pzardı Anadolu yakasında tüm sahil boyunca millettim öyle bir mangal manyaklığıyla hemhal haldeydi ki yoldan geçen arabalar bir yerde yangın çıktığını sananilirlerdi. Ama bu kimseyi şaşırtmasın biz ki Beyaz Saray'ın bahçesinde mangal yapan bir milletiz, kendi sahillerimizde hayli hayli yaparız.

Dağını, taşını, patikasını, düzünü, yamacını beton yığınlarıyla doldurduk bu şehrin.Bir iki ağaç kalsın demedik, kestik beton yığınlarını diktik. Gecekondu yaptık, kaçak binalar diktik, sonra devlete kızdık şehirde alan kalmadı. Küçük rantlar uğruna mahvettik şehrimizi. Şimdi Uzaktan bakınca güzel İstanbul. İçine girince değil.

Eğer Fatih bu günleri görseydi, şehri fethetmek için o kadar istekli olur muydu, ne dersiniz?

Tuesday, May 4, 2010

Haydi Abbas

Abbas

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

CAHİT SITKI TARANCI


Cahit Sıtkı yalnız, şiirleri gibi melankolik, sıkkın, her zaman gittiği meyhaneye gider. Meyhaneci Abbas "Cahit Abi daha saat erken, daha sonra gel" der. Cahit Sıtkı gider ve akşam üstü geriye gelir. Eline bir peçete alır ve yazmaya başlar: " Haydi Abbas vakit tamam....." İşte böyle yazılır Cahit Sıtkı'nın en güzel şiirlerinden birisi olan Haydi Abbas

İnsanlık ve Vicdan





Yukarıda gördüğünüz resim bir "Batılı"- yani uygar, ileri, insan haklarında duyarlı vs...- tarafından çekildi. Fotoğrafı çeken kişi bu fotğraf ile bir ödül kazandı. Gerçekten inanılmaz bir fotoğraf. Suya ulaşmak için kilometrelerce yol yürüyen ve yürümesi gereken hala kilometreler olan bir küçük çocuk hedefine varamadan orada yığılıp kalıyor. Fotğrafçı sadece fotoğrafı çekiyor ve ödülünü alıyor. O zenci çocuk bir laboratuvar faresi gibi orada, geride bırakılıyor. Zaten gelişmiş laboratuvarlarında inceledikleri 3.dünya insanlarına insandan çok bir kobay gibi davranılması yeni bir şey değildir. Fotoğrafçı, ülkesine döndükten sonra - neresi olduğu hiç önemli değildir - hayatını yaşamaya devam etmiştir.
Bu satırları yazan ben ve bu satırları okuyan sen sakın o fotoğrafçıya lanet etme. Bu belki kendi vicdanını biraz rahatlatabilir ama aslında ben ve sende o kişi kadar suçluyuzdur. Tüketiyoruz, hem de ihtiyacımızın çok çok üzerinde tüketiyoruz. Fotoğrafta görünen çocuk kaburgaları sayılan çocuk hiç birimizin çocuğu değil. O yüzden mi hak etmiyor karnının doymamasını??? Yoksa bizler miyiz hakettiğinden fazlasını tüketen. Milyonlarca ekmeği çöpe döken.

Rahat rahat yiyelim yemeğimizi, bize ne Afrika'da ki aç çocuktan, bize ne susuzluktan ölen insanlardan, bize ne çocuk yaşya çalışmaya - köleliğe - zorlananlardan. Ben kötü bir şey yapmadım diyorsunuz değil mi? İnsan sadece yaptıklarından mı sorumludur. Ya yapmadıkları? Her gün bahsini ettiğimiz mali sorunların hangisi açlıkla ilgili? Hiç birisi değil mi?

Şimdi AVM'lerde yemekler yiyip, deliler gibi gezmeye devam edelim, 15 ayakkabımıza yenilerini ekleyelim, her yıl duvarları boyayalım, arabamızı yenileyelim, 2 günde bir kuaföre gidelim ama dünyanın her hangi bir yerindeki açlıktan sorumlu olmayalım öyle mi? Öyle evet aynen öyle. Keyfimizce tüketmeye devam edelim, tek bir erdemli hareket yapmadan, dünya için, insanlık için, kardeşlik için....

Ama unutmayalım o küçük Afrikalı beden peşimizi bırakmayacaktır. Vicdanlarımız yaşamamıza izin vermeyecek böylesine. O fotoğrafçı, çocuğu ölüme terk eden fotoğrafçı ülkesine döndükten altı ay sonra intihar ederek hayatına son verdi. Vicdan her insanda vardır, ve mutlaka bir yerde uyanır.

Monday, April 12, 2010

Esir Şehrin İnsanları




Kemal Tahir'in o muhteşem üçlemesinin ilk eserinin adıdır " Esir Şehrin İnsanları". Düşman İstanbul' a kadar gelmiştir ve İstanbul artık esir bir şehirdir. Bir yanda Esir Şehri esaretten kurtarmaya çalışanlar, bir yanda esarete köle olanlar, bir yanda sadece seyredenler. Kemal Tahir tüm bunları anlatır bu romanında.

Bizler, şehirde yaşayan insanlar, şu İstanbul'un kahırkeşleri, belki Esir bir şehirde değiliz; ama esir değil miyiz. İşte burası tartışılır. Esiriz hepimiz zira. Sabah kalkıyoruz erkenden, ve sürüler halinde bir yerlerden bir yerlere taşınıyoruz. Gözlerimizden uykular akarak üstelik. Belki dün çocuğunu salladı bir anne, ya da bir işçi imalatı yetiştirmek için sabahlara kadar çalıştı. Sabah, dünden kalma yorgunlukla devam eder hayat şehirlerde. Hayat deriz ama, para kazanmak lazım. Çocuklar var, faturalar var, üstbaş almak lazım, arabanın taksitleri, benzin parası,falan parası, filan parası....çalışmak lazım velassıl kelam.

Kayahan'ın bir şarkısında da dediği gibi:" nelerden vazgeçiyoruz bir bilsen". Nelerden vazgeçiyoruz bir bilsek. Sağlığımızdan, zamanımızdan, ruhumuzdan, arkadaşlarımızdan, hayallerimizden...daha nelerden vazgeçiyoruz. Esiriz hepimiz, şehrin esiri. Koca bir yıl boyunca sadece bir hafta toprağa basma şansı olan insanlarız, yani esir değiliz de neyiz. Egzos dumanlarının, minibüslerin, otobüslerin, yolların, telefonların, bilgisayarların esiriz. Esiriz şehirde, esir. sadece parmaklıkları göremiyoruz.

Sunday, April 4, 2010

Corrie Rachel Olabilmek




2003 yılının 16 mart günü Filistinli bir doktorun evinin yıkılmasını engellemek için İsrail Bulldozerinin altında kalarak hayatını kaybetti Corrie Rachel. İnternette küçük bir araştırma yaparsanız bulldozerin ezdiği Corrie'nin parçalanmış yüzünü görebilirsiniz. Ben bakmak istemedim. Corrie'yi ezen bulldozeri de gördüm küçük bir aramada, ürkütücü ve dev gibi bir şey, kara pis bir demir yığını. Büyükşehir belediyesinin kar küreme araçları, o bulldozerin yanında şirin kalır.

23 yaşındadı Corrie, hayalleri vardı. Filistin, Refah'tan ailesine gönderdiği mektupta şöyle demişti: " Seni seviyorum anne. İnan, çok özlüyorum. Kabuslar görüyorum. Rüyalarımda, siz ve ben içerdeyken, tank ve bulldozerlerin evimi çevirdiğini görüyorum....Doğrusu buradaki insanların bilinçli olarak yaşamlarının yok edilişlerini görmelerine rağmen, bu kadar iyimser olmalarının anlayamıyorum..."

Rachel'ı kasıtlı olarak öldüren sürücü disiplin cezası bile almadı. İsrail, için başka ırkların ölümünün pek anlamı yok. Irkçılıktan bu kadar acı çekmiş bir millet için nasıl bir tezat.

Rachel bir fenomendir. Tüm insanlık boyunca ismi efsaneleşecek, ve bir simge halini alacaktır. Çünkü O zulme karşı, yanlışa karşı durabilmiş, muslümanların çoğunluğunda olmayan ama Hz. Ali'nin dediği: " Zulmü görüyor ve hiçbir şey yapmıyorsan, sende o zulme ortaksın" dustürunu bilmeden yaşatabilmiştir. Rachel yalnışın karşısında duran bir Martin Luhter King, bir Abraham Lincoln, bir Köroğlu gibidir.

Şimdi bizler yataklarımızda rahat rahat uyuyalım. Günde ortalama 2 dolar ile yaşamaya çalışan Filistinlileri unutalım. Dünyadaki 1 milyar aç insanı unutalım, Aç komşumuzu unutalım, Borç harç batağında sıkışmış "eski" dostlarımızı unutalım, eti tanımamış Anadolu insanını unutalım, daha bir çok şeyleri de unutalım.

Aklımızda tutmamız gerekn bir çok şey var. Kim bu gereksiz bilgileri aklında tutacak. Akşama maç var, bizim takımda sakat var. Milyonlarca dizi var hem. Behlül var, Bihter var, Ramiz Dayı var....Var oğlu var. Hem 20 çift ayakkabıya yenisini eklemek için bütün AVM'leri gezmek lazım. Sonra ilkbahar - yaz kreasyonlarını takip etmeliyiz. Mazallah sonra bizi beğenmez karşı cins. Oysa, bilmeyiz ki dünyanın en güzel şeyi bile 15 dakika sonra sıkıcı gelir. Eğer içi boş ise. Mevlana'nın deyimiyle kadeh ne kadar güzel olursa olsun, siz bana içindekinden bahsedin.

Vicdan, işte bütün mesele bu. Corrie Rachel'ın vicdanı ona zulme karşı koymaya itti. Rahat bir hayatı istemdi Rachel.İstese de yapamazdı zaten. Çünkü Amerika'da ailesiyle birlikte, evinde rahat tahat yaşarken dünyada gördükleri Onu mutsuz edecekti. Küçük insanlar gibi değildi. Üç beş kuruşun, elbisenin, arabaların vs. değil, insanlığın kayıp vicdanın peşindeydi.

Küçün küçük hesaplar peşinde koşan, arkadaşlık - dostluk tanımayan, ortayolcu ve fırsatçı, çıkarlarında başka bir şeyi düşünmeyen dünyanın Corrie Rachel'dan alacağı çok dersler var.

Sunday, March 28, 2010

Fener - Cimbom

Aslında bu akşam başka bir konudan bahsetmek istiyordum. Hayata, aşka, meşke, kadın - erkek ilişkilerine dair şeylerden bahsetmek istiyordum. Ama bu akşam fener - cimbom maçı vardı. Ve yine kaybettik. Bir el olduğuna inanıyorum artık bizim bu maçları kaybetmemizi sağlayan. Selçuk Şahin 35 metreden vasat bir şutla Loe Franco'ya gol atıyor. Bizim gol ayaklarımız da bir sürü pozisyon harcıyor. Anlaşılmaz bir şanssızlık ve talihsizlik var.

Galatasaray kazansaydı belki uzun uzun bir şeyler yazardım ama malubiyetten sonra yaşadığım hayal kırıklığı yazıyı kısa kesmemi sağlıyor. Bir başka bahara kaldı galibiyet hasretimiz. Bu arada şampiyon inşallah Bursaspor olacak. Galatasaray zaten hak etmedi. Aynı diğer büyükler gibi....

Wednesday, March 17, 2010

Barcelona Olmak



Aslında takım olmak. BArceolna olmak demek takımm olmak demektir. Barceolna bir takımdır. Her şeyden önce takım, yani iyi takım, kötü takım, pahalı takım vs. takım olmadan önce takım olabilmek. Bir sokok takımı da bunu başarabilir. Ama bazen en büyükler için bile bunu başarmak zordur. Barcelona her şeyden önce takım olduğundan başarılıdır. O yüzden Real Madrid'ten farklıdır. En azından son yıllarda izlediğimiz Real Mardid'den farklıdır. Yoksa Hierro'nun kaptanlığında ki Real'de gerçek bir takımdı.

Barcelona ruhu denen şey onu bi rakım yapar. Her zaman, her şartta Barcelona kazanmaya çıkar ve her zaman oyunun oynar. Sahaya takım kazanmak için çıkmıştır ama bundan daha da önce iyi futbol oynamaya çıkar. Futbolcular neyi sırtlarında taşıdıklarını bilirler. Amatör ruhla ve eğlenerek oynarlar. Bir şeyleri ifade ettiklerini, bir şeylerin sembolü olduklarını bilirler. Barcelona ruhunu yaşarlar, ve yaşatırlar.

Barcelona benim izleyebildiğim Koeman, Romario, Stoickhov, Bakero, Ronaldo, Hagi gibi yıldızlardan dünya futboldunda pek kalmasa da şu anda oynayanlardan da en büyükleri yine bu takımdadır. Messi gibi, İniesta gibi....

Nou Camp'ın, yani Katalanların Mabedinin, hemen her maçta 90.000 seyirci ile dolması da Barcelona ruhundandır. Taraftar bilir. Takımı yalnız kalamaz. Kendisi de takımın parçasıdır ve takım ruhu onlarsız oluşturulamaz.

Futbolda her şeyden önce takım olacaksın. Kadronu, yönetimini, teknik kadronu kurmadan önce ruhunu oluşturacaksın. Ruhun olursa her şeyin vardır demektir. Gerisi zaten gelir. Ruhu olmayan, sıradan futbolculara milyon avrolar harcayanlara duyrulur.

Thursday, March 11, 2010

Roller ya da maskeler



Hayatta hepimiz şu ya da bu şekilde maskelerler yaşıyoruz."kendinizi sevdirmeye çalışmayın, sevilmeye bırakın" diye bir söz duymuştum bir yerlerde. O kadar doğru bir söz ki. Ama acaba hayatta kendimizi olduğumuz gibi bırakabiliyor muyuz? Pek öyle olmuyor. daha okul sıralarında rollerimiz biçilir üzerimize. Çalışkan bir öğrenciysen, her derste ve her konuda her zaman öyle olman gerekir. Asla, hiç bir zaman bir şeyi bilememe ve yalnış yapma lüksüne sahip olamazsın. Eğer iyi futbol oynuyorsan her zaman iyi futbol oynaman gerekir, her maçta, her şartta. her maçı kurtaracak, her zaman en çok koşacak, her zaman en çok golü atacaksın.
Sonra büyürsün, roller her zaman hazırdır. Güçlü, metin, sakin biri olarak biliniyorsan artık ağlamak, sızlamak ya da başını bir arkadaşının omzuna yaslama şansın kalmamıştır. Sen o değilsindir artık. Sen süpermensindir. Eğer ofisin neşe kaynağı isen, her zaman neşe kaynağı olmalısın. Artık canın bir şeye sıkılamaz, bir şeylere kafan takılamaz. Herkesi neşelendirmek, espriler yapmak, takılmak senin görevindir.
Maskeler, her ortamda farklı maskeler. Bazı ortamlarda neşeli bazı ortamalarda ciddi, bazı ortamlarda nüktedan....görev gibi üzerimize yapışan maskeler.Çıkarmalıyız hepimiz maskeleri ve ne isek o olmalıyız.
"Göründüğümüz gibi olmamalıyız, olduğumuz gibi görünmeliyiz" Yoksa biz biz olamayız, ve biz kendimiz olmadan başkasının da olamayız. Kendimiz olamadan da mutlu olamayız. Çünkü hepimiz en sonunda kendimiz oluruz.

Wednesday, February 24, 2010

Memleket İsterim

Memleket İsterim

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.


Cahit Sıtkı Tarancı

Sunday, February 14, 2010

Sevgililer Günü




Sevgililer Günü her yılın şubat ayında vatana ve millete,özellikle de erkeklere panik yaratan- esnafı saymıyorum- bir güzide günümüzdür. Oldum olası pek hoşlanmadığım bu St. Valentine gününde yaşananlar esasen tez konusu olacak derecede önemlidir. Bu kadar akademik bir açıdan olaya bakmayacağım. Bu tarz günler nedense yıl boyunca hiç bitmez. Tanışma günü, ilk çıkmaya başlama günü, evlilik yıldönümü, sevgililer günü gibi erkeklere eziyet olsun diye uydurulmuş günlerimiz fazlasıyla mevcuttur. Bu eziyet gün, her ne kadar biz erkekleri baysa da bir şey mecburen yapılacaksa zevk alınmaya çalışılması en mantıklı yoldur.

Benim herkese tavsiyem bu günü çok mutluymuş gibi geçirmesidir. Kızlar zaten mutlular. Sözüm size erkek milleti. Heee aramızda bu günden zevk alan psikopatlar olabilir. Onları da anlayışla karşılayalım.

Tuesday, February 2, 2010

Taçsız Kral Metin Oktay




2 Şubat 1936'da, sadece Galatasaraylıların değil, tüm futbol severlerin en büyük olduğu konusunda hemfikir olduğu büyük futbolcu Metin Oktay doğdu. Biz talihsiz bir nesil olarak Metin Oktay'ı izlemek fırsatını yakalayamadık. Ama onun efsanesini izleyen, gören, bilen kişilerle konuştuk. Bunun mutluluğu bile bir başka. Metin Oktay'ı istatisliklerle anlatmak dünyanın en büyük dangalaklıklarındab biri olacağından hiç sayılara girmeyeceğim. O zaten en büyüktür, sayıların bunu teyit etmesine gerek yoktur. Metin Oktay'ı en iyi Ömer Madra'nın şu sözleri anlatıyor kanımca:" Metin Oktay yalnızca Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcüsü, en büyük santrforu, en büyük futbolcusu olmakla kalmayıp bu âlemin gelmiş geçmiş yegâne sahici efsanesidir ... Onun döneminin teknolojisi bugünle kıyaslanamayacak ölçüde geri olduğu için bu tek kişilik senfoni orkestrasının dev konseri bir video kaset olarak günümüze gelemedi ..."

Ah !!! biz şanssızlar Metin Oktay'ı izleyemedik. Efsane, efsanedir ama, her koşulda. Onu efsane yapan sadece inanılmaz iyi futbolcu olması değildi. Onu centilmenliği, kişiliği, efendiliği, bir renge olan aşkı ve daha bir çok diğer özelliği büyük yapmıştı. Bir adam düşünün ki İzmir'den İstanbul'a gelirken "ya ben ya Galatasaray" diyen sevgilisinin eline nişan yüzüğünü vererek, Galatasaray daha vefalı desin, bir adam düşünün ki kendisine Fenerbahçe'nin 20 bin, Adalet takımının 10 bin, ve Galatasaray'ın 8 bin lira teklifleri arasından Galatasaray'ı seçsin ve bu seçimden sonra çocuklar gibi şendim desin, bir adam düşünün ki ondan sonra takımın altyapısında tam 18 tane Metin isimli genç olsun.....

Taçsız Kral Metin Oktay, senin gibi cimbom'luyu unutur mu bu taraftar!!!!

Sunday, January 31, 2010

Anlamadın


Anlamadın

Güzeldi şehir,
Hele manzara,
Hele ay,
Anlamadın, anlamadın…


Rüzgar başka,
Deniz başka,
Dalga sesleri bambaşka,
Anlamadın, anlamadın…

Ay-yıldız başka,
Kırmızı başkaydı,
Dalgalaması bambaşka,
Anlamadın, anlamadın…

Bakışlarım başka,
Kalbim başka,
Ben bambaşkaydım,
Anlamadın, anlamadın….

Thursday, January 28, 2010

Orhan Pamuk, Sanat, Trabzonspor'un Guiterrez transferi

Trabzonspor devre arasında Kolombiyalı futbolcu Guiterrez'i transfer etti. Trabzonspor'un futbolcu transfer etmesi kadar doğal bir şey yok. Bu transfer dünyanın öteki ucundan da olsa durum şaşırtıcı değil, zira artık dünya eskisinden çok ama çok daha küçük. Buraya kadar her şey gayet normal. Olayı ilginç hale getiren Guiterrez'in geldiği Deportiva Junior de Barranquilla'nın Trabzonsporlu yöneticiler ile yaptığı futbol dışı konuşma. Trabzonsporlu yöneticiler, Depotiva Junior takımının başkanın Orhan Pamuk'u tanımasının transferi kolaylaştırdığını söylediler. Evet inanılmaz bir şey ama gerçek. Dünyanın öteki ucuna bir transfer yapmaya gidiyorsunu ve başkanın sizin ülkenizin bir yazarına hayranlığı sizin transferi daha kolay yapmanızı sağlıyor. Sanatın gücü denen şey tamda bu olsa gerek. Milyonlarca dolarlık tanıtım fonlarının asla yapamayacağı tanıtımı bir yazarınız yapıyor. Trabzon ile Kolombiya arasında bir köprü kuruyor. Kültürleri, dilleri, yaşayışları vs...farklı olan insanlar ortak bir payda da buluşabiliyorlar. Simon Kuper'in de dediği gibi futbol asla futbol değildir.

Aslında Orhan Pamuk'un ispanyol diline çevrilen eserlerinin ülkeye nasıl bir katkı yaptığı üzerine bir çalışma yapılmalıdır. "İstanbul ve Hatıralar" kitabı ispanyolcaya çevrildikten sonra İstanbul'a gelen ispanyol turist sayısındaki akılalmaz artışın nedenleri üzerinde hiç durulmasa da bunda Orhan Pamuk'un aslan payına sahip. Orhan Pamuk sayesinde ülkeye binlerce turist geldi, ekonomiye milyonlarca avroluk katkı yapıldı. Bu işin mali boyutu, bir de kendimizi başka dünyalara tanıtabilmek ve anlatabilmenin verdiği bir boyut var.

Trabzonspor dedik, edebiyat dedik,sanat dedik, Kolombiya dedik, futbol dedik; ama bu yazı esasen sanatın ve edebiyatın gücünü algılayamayan, hayatı sadece madde de görenler için bir eleştiridir. Zira o çok tapılan ve hükümdar olan para dahi sanat ve edebiyata boyun eğiyor. Saygı ile iyi bir kitap karşısında zenginliğini döküyor. Yüzlerce fabrikanın aylarca uğraşarak ülkeye kazandırabileceği değerden çok daha fazlasını bir kitap sağlıyabiliyor. Anlaşılmasa bile saygı duyulmalı bazıları tarafından.

Sunday, January 24, 2010

İstanbul ve Kar




Hiç bir şehre kar bundan daha fazla yakışamaz. Bir gelinlik bir gelinin üzerinde bundan daha güzel duramaz. Kar, adeta İstanbul'la büyük bir aşk yaşayan sevgilidir. İstanbul sevgiyle, aşkla, hayranlıkla kabullenir üstünü örten örtünün beyazlığını... Onca güzelliğini mahveden insanlara kızmadan, hala çok güzel olduğunu bilerek; ama bir yandan da çirkinliklerinin karların altında kalmasından memnun şefkatli sevgilisini izler.

Hiçbir şehre yakışmaz kar bu kadar. Kar hiç bir şehre bu kadar ruhunu katmaz zira. Hiçbir şehirde kendisini böyle istekle beklemez. Öyle bir aşktır ki bu anlatılmaz. Bu büyülü atmosferin içinde yaşayan istanbululardan pek azı ne büyük bir lutfa mazhar olduklarının farkındadılar. Oysa sevgiliye "seni seviyorum" diyerek aşkını açmak iiçin bundan daha iyi bir zaman ve bundan daha iyi bir mekan bululnamaz. İstanbul'un silületinin altında, kar taneleri yavaş yavaş düşerken yanında duran ve içini hiç bir şeyin ısıtamayacağı kadar ısıtan varlığa sevdanı haykırmak için İstanbul yapacağını yapmıştır. Ve maalesef bu anlar çok azdır. Ay tutulması kadar nadir. Sadece şanslı çiftler bu büyülü atmosferi yakayabilirler, ve sadece daha şanslı olanlar bu büyülü atmosferde sevdalarını açarlar, ki İstanbul'un bu büyüsüyle yola çıkanlar asla mahzun olmazlar. İlalebet mutlu olurlar.

Hiçbir şehre bu kadar yakışamaz kar. Topkapı Sarayı'na karşı tepeden bakarken karlı bir İstanbul gecesinde bunu hissetmemek için kör olmak bile yetmez. Gönüllerin kör, kalplerin mühürlü olması gerekir. Öyle bir şeydir İstanbul'da kar. Kar taneleri adeta uhrevi bir hal alır. Omuzlarına, başlarına, ellerine düşer insanların ve büyüsünü verir. Ama sadece inananlara....

Sunday, January 17, 2010

Rupa & The April Fishes



Hayatta çok az şey arkadaşlarınla iyi bir gece geçirmekten daha fazla zevk verir insana. Normal zamanlarda sevmediğin mekanlar, sevmediğin ortamlar, sevmediğin kalabalıklar bile insana hoş gelebilir. Çok fazla gürültülü ortamları sevmeyen-artık- bünyem Babylon'da canlı müzik yapan Rupa&The April Fishes grubundan ziyadesiyle hoşnut kaldı. Cuma akşamı olmasından dolayı mekanın daha bir tenha olması bu hoşnutluğun ana sebeplerinden birisiydid aslıda ama bunu ön plana çıkartmak istemiyorum. Daha çok grubun farklı müzik tarzı ve arkadaşlarla beraber olmaktan kaynaklanan eğlenceli bir gece olduğunu söyleyebilirim. Fotoğrafta da görüldiğü gibi arkadaşlarımla beraber biraz koyvermiş vaziyette saatlerimizi geçirdik.

Cuma akşamı, buz gibi bir hava olması Taksim'in boş olmasına sebep olmamıştı çok garip bir şekilde. Bazı mekanlarda oturacak yer bile yoktu. Eğlenceli gecemizin ayrıntılarına girmeden gecenin sonunda evlerimize dağaldığımızı söylemeden önce güzel İstanbul'umuzda saat 03.00'de minibüs bulunabildiğini ve minibüs'ün gündüzleri olduğu gibi tıka basa dolu olduğunu, minibüsün içindekilerin yarısının dut gibi, dörtte birinin çakırkeyif, kalanının da içmekten yeni ayılıp acıktıklarını söylemek isterim. Şahsımda, arkadaşlarımın Taksim'de kokoreç yeme teklifine yanaşmamalarından cihetle Maltepe'de çok daha kötü bir Kokoreççi de, kokoreç yemek zorunda kalmış ve o kokoreçi de bitirememiş, sonra gecenin bir vakti yürüme ihtiyacı hissedip cadde de yürümüş, sabahın o saatinde sokaklarda hiç kimsenin - benden başka- olmamasını fırsat bilen taksicilerimiz sokağın ortasına - gerçek anlamda ortasına- işemelerine şahit olmuş, eve bir yorgunluk ve şaşkınlıkla dönebilmiştir.

Güzel geceydi, güzel...